Thursday, February 25, 2010

Taksi Günlükleri #001




Baktim hayatimin bir kismi taksi soforlerinin ana arterlerden ayrilip yan yollara sapma cinliklerini engellemeye calismakla geciyor o zaman ben bunlari kamuoyu ile paylasirim arkadas. Taksi soforu milletinden cektigim kadar baska hicbirseyden cekmedim. Nicin sinema salonlarinda baskalari ile yanyana film izledigimizi anlamadigim gibi, niye bir adamin arabasinda bir yerden bir yere gitmek zorunda kaliyoruz onu da anlamiyorum.

Ayrica cok severim her taksi soforune "Sizden de herkes sikayetci" diye lafa girmeyi. Taksi arka koltugu yolculuk suresi boyunca tuluat sahnesi gibidir.
2 kisilik bir oyun. Sofore pas atarsin, gol yapsin diye, beceremezse kosup simaci vurursun tepesine. 600 bin liralik emtia uzerinde oturup aglayan baska bir millet yoktur.

Kan kusmak sirasi sizlerde simdi!

***

Servise motoru almaya gidiyorum. Ama mesafe Etiler-Ucaksavar. Ben sofor olsam yolcuyu doverim. Ki bir kere iki adim mesafeye bindik maaile, Akmerkez'in orda sofor "Iki adim yol inin yürüyün" dedi ve arabadan indi. Bana ole 4 kisi arabaya binip inmek, adami dovmekten daha zor geldi. Oysa en sevdigim taksi soforu yalandan da olsa "Abi ne onemi var. Taksi mesafe secmez, kismeti neyse onu alir"cilik yapandir.
Ki ekseri bunun arkasina bilmem kacinci kez su muhabbet döner: "Kisa mesafe alirsin, onu biraktigin yerde bir havalani cikar mesela.. belli mi olur".. Taksicilik literatüründe nereden alirsan al Havaalanina giden yolcu en baba yolcudur. Mesela Kartal'dan bin, Yesilkoy'e git. Oy anam oy. Yagli balli kaymak.

Neyse mesafe kisa kusura bakmayin diyerek girizgahliyorum her defasinda. Bir mahcubiyet, bir süklüm püklüm hal. Dersimi almisim yarim kic biniyorum bu durumlarda, gitmem derse inmesi kolay olsun diye. Ama o dikiz aynasindan surat burkan adam yok mu, cemcuk agzina carpasim geliyor.

Bir baska sikinti da 15:00 - 16:00 arasinda taksiye binmek. Bu saatler taksi soforlerinin islettigi arabalari sabah vardiyasindan teslim aldiklari saat oldugu icin asabiyet bas gösterbiliyor. Dün de oyle oldu. Sofor arabayi istedigi yere getirmemis. Bizimki de dertliydi "Abi boyle 1-2 km'nin benzinin hesabini yapan adamlarla calismican" dedi. Ben de plaka-araba kendisine ait zannediyorum. Ki teoride ve pratikte boyle birsey yok. Istanbul'da hicbir taksiyi arabanin ve plakanin sahibi isletmiyor. Garip bir sektor. Full kiradalar araclar.

Hemen devreye girdim. Mesaiyi birakan siz nerdeyseniz oraya gelse, araci size verse, siz sofor koltuguna gecseniz, onu gidecegi yere birakip, mesaiye orada baslasaniz dedim. "Cakal ama bu dedi. Ucun besin hesabini yapiyor". Olmaz tabi dedim, yakisiksiz. Bunlar da benim istemiye istemiye soyledigim bosluk dolduran laflar. Zaten mesafe 4 lira yazicak birazdan para üstü yok diyecek. Geldik bile, 20 lira uzattim, para üstü yok dedi siftah yapicam. 10 lira ile degistim. 5 lira verdi, bozuk para muharebesi olusmasin diye "Haydi kolay gelsin" diyip inip kactim.

Ben de farkindayim taksicilerde birakilan bozuk üstleri ile Afrika'da bir ac ülke kalkinir. Ama bu adamlarin o bozuk para yok tribini cekmektense ac kalalim ey dünya vatandaslari.

Vespa #32


ref: MehrLa Vespa Twit Post

Ben frenleri sıkmaya götürdüm, servis tekerlekleri de değiştirmek lazım dedi. E galiba zamanı dedim. 3 sene oldu mu oldu valla. 4 de olmus olabilir. Acip bakmaya usendim. 2006 olmasi lazim, Subat gibi. Tam devir zamani. Lastikler degisti, kabak olmus, her an patlayabilirmis. Hep boyle ucundan yakaliyorum hayati. Son dakika, son anda. Simdi gicir tekerlerle ucus hazirim.

Tam da boyle ucustayim diye ciktim servisten. Servisin sokagini donerken soldan bir araba girdi ben yere yapismak uzereyken sadece yarim yatma-karga-burga ile kurtardim. Ne manaya geliyorsa sofore "simdi senin de yaptigin da is mi abi elinde telefonla konusuyorsun, bana kafadan giriyordun" gibi bir el-yuz kombinasyonu yaptim. Anlamistir umarim. Gayet cool şekilde yerden kaldirip motoru devam ettim. Ama 1-2 dakika ofkeyi zor atlattim.

Bir de ne ogrendim "Büşür" diye birsey varmis frenin orda. Sagdaki büşürüm bozukmuş. Servis de anlamiyoruz diye bizi mi yiyiyor diye hep endiseliyim. Fenerli üstelik. Neyse suan iliskimiz iyi.

Hard Reference #008

http://cademartin.com/
http://72rivingtonstreet.com/
http://www.visualboxsite.com/
http://kopublik.com/


href ~ hard reference
HREF indicates the URL being linked to. HREF makes the anchor into a link. So, for example, this tag creates a link to sevmek-koca-bir-deniz?.html

Wednesday, February 24, 2010

Downtown


İlla bir yerden hatirlanacaktir bu sarki...



http://fizy.com/s/152q4a

when you're alone and life is making you lonely
you can always go - downtown
when you've got worries, all the noise and the hurry
seems to help, i know - downtown
just listen to the music of the traffic in the city
linger on the sidewalk where the neon signs are pretty
how can you lose?

the lights are much brighter there
you can forget all your troubles, forget all your cares
so go downtown, things'll be great when you're
downtown - no finer place, for sure
downtown - everything's waiting for you

don't hang around and let your problems surround you
there are movie shows - downtown
maybe you know some little places to go to
where they never close - downtown
just listen to the rhythm of a gentle bossa nova
you'll be dancing with him too before the night is over
happy again

the lights are much brighter there
you can forget all your troubles, forget all your cares
so go downtown, where all the lights are bright
downtown - waiting for you tonight
downtown - you're gonna be all right now


and you may find somebody kind to help and understand you
someone who is just like you and needs a gentle hand to
guide them along

so maybe i'll see you there
we can forget all our troubles, forget all our cares
so go downtown, things'll be great when you're
downtown - don't wait a minute for
downtown - everything's waiting for you

downtown, downtown, downtown, downtown ...

Saturday, February 13, 2010

Jimmy Woo - Amsterdam







Saturday | 20th of February

MEMORY LANE
Hosted by DJ's K-Fresh & Mr. Speak.
From 23:00 till 04:00
Entry: € 12


Friday, February 12, 2010

Fall/Down


an italian summer house

Bazen hayattaki tek kaygimiz "biraksam düser mi" olur.
Bu yüzden birbirimize daha sıkı sariliyoruz.

Sherlock Holmes



Filmi keltosla evde izleme hatasina düsüp Guy Ritchie'nin nefis el emegi goz nuru planlarini HD Ready ekrana emanet ettik. Alttan cikan Purpose Only yazilar da cabasi. Napalim sektor de sektor degil, bad sector. Blue Ray vardi da yemedik mi. Onun yerine cok guzel meze kestim, guzel beslenme bade oldu, Watson'in yanina raki actim. Filmin ilk yarisi -arada ciddi ciddi misir ve hala alaska var mi muhabbeti molasi- "yahu Sherlock adam dover miydi"yle gecse de sonra toparlandi ve muhtesem bir sonla nihayete erdi. Ufakken hastasiydim bu ikilinin. Bu re-make kacmaz, arsive de gider. Mumkunse insanca bir sinemada devirin filmi. Ama rakisiz :)

Edge of Darkness



Pazartesi günü vize icin Beyoglu'nda metruk bir binadayiz. Bir an icin Guy Ritchie yönetiyor ben oynuyorum zannettim. "Turk"ler var tam olarak karede. Jason Statham ve arkadasi. Su evrak toplama isi kadar kabiz bir is daha yok. Bir yerden bir baska yere gitmek neden bu kadar izdirap haline getirilir anlamiyorum demistim bundan tam 4 yil once. Fransiz konsoloslugunda 1 nolu bankoda, daha sonralari ruyalarima kabus olarak girecek Aliye Rona kilikli kadin "Niye gidiyorsunuz daha yeni gelmissiniz" demisti. O gunden beri cizili konsolosluk bende. Istiklal'e girerken bile onunden gecmemeye karsidan yurumeye, onunde pek kimse ile bulusmamaya calisiyorum. Oysa pek ala frankofon bir egitime tabi tutulmus cocuklardik brother lui lui ile, kucukken.

Herseyi teslim ettim, ciktim saldim kendimi gunun en avare haftanin en sendromlu gününde. Bir tür işi asmis gibi oldum. Pazartesi ogle sularinda dolaniyorum. Oturdum bir kahve ictim. Kahvecinin onunden gecenlere bakindim. Kim bu insanlar nereye gidiyorlar. Vizeciden yanit bekliyorum diye vakit öldürüyorum. Uyku da bastirdi ne yapayim diye düsünürken yillardir gitmedigim yandaki Fitas'a attim adimi. Peki bu saatte sinemaya giden insanlar kimler? Ne is yaparlar? Bu saatte burada isleri ne? Oyle ya benim isim neyse pekala onlarin da issizligi bu olabilir. Filmlere bakindim, herhangi birine tahammulun olabilirligi yok. Ama Mel Gibson dedim, yonetmeyip oynamissin sana sans mi versem. Verdim. Tabi tum bu film secme sekansinin Fitas'in fuayesindeki masaj koltugunda kadim dostum enadirsitar ile nimbuzz'dan geyikleme esnasinda gerceklesmesi de bir baska detay. Ona git, buna git, suna git...
Hayat bir tavsiyeler bulutudur.

Bilet bankosunda cocuga kafa atarak gune orda baslamak istedim. Herif telefonda birine bilet rezervasyonu diye tam 15 dakika oyaladi beni. Film 14:15'de. Cinnet geciricem, el kol yapiyorum. Bir an once salona girip sizmak istiyorum. Nihayet bileti 14:14'de verdi. Salona ciktim, nolmus, tabi ki film baslamis. Bir de orada saydirdim film anonim sirketine. Neyse cok da birsey kacirmamisim. Sinema tarihinin en kötü 10 filminden birini uyumak icin secmem isabet olmus. Gel gör ki, bendeki bu en kötü filme bile son saniyesine kadar sans verme duygusu uykumdan da etti. Arada salondaki diger 6 kisi horladigimi duyar diye uykuya bile dalamadim. Sms cevapladim, mail attim, film disinda herseyi yaptim. Fitas'a neden bunca yil gelmedigimi ve bir daha gelmemek gerektigini idrak ettim. Mel Gibson'i Conspiracy Theory filmindeki oyunculuguna özdes aromada görüp iyice dellendim. Daha ne kadar bu hallerle gidersin bir yolu dedim. Degismek, donusmek lazim dedim. Hayat kaldirmaz bu kadar rutini, tekduzeligi.

Filmden ciktim Statham Operasyonu aradi: Mission Completed.

Artik oyunu kuralina gore oynamasini ogrenmistim.
Me Win! French Kiss Lose!

Uyku



Hayatin yarisi uykuda geciyor.
Yani gecmeli. Gecmiyorsa bir yerde hata yapiyorsunuz demektir.

Wednesday, February 10, 2010

What a Fashion Blog?

Hakikatli kadinmis Hatice Gokce.
Moda bloglarina kroşeyi cok fena gecirmis.




‘Moda blogunda farklı göz şart’
Dünyada artık moda haftalarında blog yazarları da en ünlü moda yazarlarının yanına yerleşiyor. İstanbul Fashion Week’te de blog yazarlarına akreditasyon verildi...
Her önüne gelenin kendi keyfine göre yorumluyor olması rahatsız edici bence. Davet ediliyor olmalarına bu anlamda biraz daha sert bakıyorum. O moda blogunun, başkalarının görmediği neyi ifade ettiğine bakmak lazım. Yurtdışında kişilere zarar vermeden, yapılan iş üzerinden hareketle yorumlarını çok başarılı bir şekilde yapabiliyorlar. Ama Türkiye’de bu yorumların yerinde yapılabildiğini zannetmiyorum, biraz kişisel olduğunu düşünüyorum bazı şeylerin. Blog yazarının kimsenin göremediği bir noktayı görüp, gösteriyor olması gerekiyor... Türkiye’de bu anlamda çok az sayıda blog yazarı olduğunu düşünüyorum.

Röportajın devamı için


***

Suede'in guzel bir sarkisi vardir,
She is in fashion...
Severim.
http://www.youtube.com/watch?v=KsbTfdcHXRs

Sunday, February 7, 2010

Tavi vs Ozan



Turkiye'de moda blogging elbette yabanci akranlari gibi cok yasadigi yere ait birseymis gibi gelismiyor. Deniz Eda cok guzel bir sey soyledi az once laflarken: "TR'de kizlar gardroplarindan cikarip fotolarini cektikleri seylerle, kendilerini fotograflayarak moda blogging yaptiklarini saniyorlar". Evet problem de burada zaten, sorun bu "sanmak". Ama yine de örnekleyerek ögrenmenin dogru metodlardan biri oldugunu dusunuyorum. Taklit ederek, yapmaya calisarak, bir sekilde "üreterek" bir düzey yakalayabilirsiniz ancak. Ne ürettiginize, ürettiginizin üretim olup olmadigina da kendiniz karar verebilirsiniz bir kertede. Sonrasinda ortaya atarsiniz, serersiniz ve alinabilir, tüketilebilir, kullanilabilir bir sey ise o "üretilmis" bir meta haline gelmistir, diyebiliriz, derler, denilebilir.

***

Amerika'da 13 yasindaki bir kiz cocugu Tavi Gevinson Style Rookie adlı moda bloguyla bir anda popüler olup, stil ikonu olabiliyor ve bu yasinda Love, Pop gibi dergilerin kapaklarinda yer alabiliyor. Ustune New York Fashion Week'lerde bastaci edilip, ona en ön siradan yer ayrilabiliyor. Hersey Tavi'nin ne urettigi ile alakali.

Benzer sekilde fazla uzaga gitmeden, burada Istanbul'da Aksaray'da Pertevniyel Anadolu Lisesi'nde okuyan 15 yasindaki Ozan Alçin kendisini "moda blogger" olarak tanimlayabiliyor ve stil sahibi olmak üzerine ego'su yüksek laflar edebiliyor. İstanbul Fashion Week kapsaminda ellerinde fotograf makineleri ile "blogger" kontenjanindan davetlere katiliyor ve defile backstage'leri, partilerden twitleyip, bloglayabiliyorlar.

Ozan'in varolusunu blogging adina onemli bir figür olarak görüyorum. Su herkesin her firsatta laf sokmaktan geri kalmadigi blogging. Bugunun konvansiyel medyacilarinin birer birer teslim olup, arkasindan atip tuttuklari ama mecburen birer tane edindinlikleri blogging alemi. Gelecegin dijital medyada oldugunu goremeyenlerin kapi arkasindan aglayarak satastiklari blogosfer.

***

Temenni
Bir okuyuculari olarak rss havuzumda onlarcasini tuttugum ve her gun takip ettigim Türk moda bloglarinin ve bloggerlarinin ve bunlardan hanfendi olanlarinin (ki ezici üstünlükleri var) bir gün Kezban Cumhuriyeti sinirlarini asabilmelerini ümit ediyorum.

***

Bir yerlerde:
- Bu blogu yaziyorsunuz da ne oluyor
- Bakarsan bag oluyor, bakmazsan dağ oluyor. Belki cok sey oluyor, belki hicbirsey olmuyor.

BLOGHUNTING: Her gün 100'ün üzerinde sık güncellenen Türk blogu itina ile takip eder.

Thursday, February 4, 2010

Ruby by Lagerfeld


Karl Lagerfeld, Ruby'e kask tasarlamis.
O yapinca da haliyle kask orjinal, fiyati da evladiyelik olmus.
12 taksite satarlar mi acaba...
***
Edit: Ruby kasklar Galata-Lastik Pabuc'da ve Nisantasi Beymen Blender'da varmis!

Wednesday, February 3, 2010

Passport



Sabah pasaport subeye gittim, erkence. Cok da erken degil. Yataktan sürüngen cikip, insanlasmak zaman aliyor. Ne kadar insan olabiliyoruz bu hayatta orasi da mechul ya. Dun 15:30 gevrekliginde gidince memur "Sabah 8 gibi gel simdi sira gelmez zaten" dedi. Araya da bir parmak izi lafi sıkıştırdı: "Zaten önce parmak izini geçmen lazım", sonra yandan devam ediyor. Düşündüm bir an kimseyi öldürdüm mü, olay mahalinde suç aleti bıraktım mı, peki yerde düşürdüğüm kimliğimi eldivenli elleri ile tutan katil benim kimliği olay mahaline atmış olamaz mı? Bu cüzdan-kimlik kaybetme korkusu ve ona dair senaryoları muhtelif zamanlarda düşünürüm zaten. "Peki sonra ne olacak".. Sonra birşey olmadı. Ama ne yalan söyleyeyim iz verme seansı pek romantikti. Önce başparmaklarımı sonra elimdeki bütün parmakları teker teker memur beyle yaklaşık 5 dakika elele tutuştuk. Yerin de Yıldız Parkı girişinde olduğu gözönüne alınırsa Emniyet'te işlerin hakkaten değiştiğini söyleyebiliriz. "Ellerim terler" dedim heyecanlanınca. "Farkettim" dedi. Sanki sevgilimle konuşuyor gibi oldu. Bir peçete uzattı parmaklarımı sildim. O esnada "Tabi şimdi terleyince iz başkalaşıp, bir başkasının izine benzer de o adam da arıza çıkmasın" dedim. Bende senaryo çok, olasılık hesabından kafa zaman zaman asli işlevini yitiriyor. "Yok silik çıkıyor alana kadar böyle uğraşıyoruz" dedi, "parmak izi bozulmaz terle" demedi rahatladım. Print ettik 2 nüsha. Biri bende kalacakmış. Elimde parmak izlerim var. Silah ruhsatı alırken de kullanabilirmişim bendeki nüshayı. Eve bir katil girmez ve olay mahalinde kendini düşürmez umarım ki silah kullanmak zorunda kalmayayım.

Yukardaki gibi bir kılıfa da ne ihtiyaç var diyen olacaktır:
Saddleback Leather Company'den $43'a sipariş edilebiliyor.

Tuesday, February 2, 2010

Not Mine, Not at All

sen benim sarhoslugumsun
ne ayildim,
ne ayilabilirim,
ne ayilmak isterim...
basim agir,
dizlerim parcalanmis,
üstüm basim camur icinde
yanip sönen isigina düse kalka giderim.

nazim hikmet ran.